Sene 1996, öğretmenliğimin ikinci yılı. Azıcık para kazanmaya başlayan herkes gibi, ben de arabaya heves ettim.
Ettim etmesine de, etim ne butum ne, az bir miktar param var, ne alacağım? Param ancak şu meşhur Hacı Murat a yetiyor. Olsun, bu da bir şey. Buldum parama göre bir tane ve aldım. Ağzım kulaklarımda. Nasıl olmasın ki? Daha düne kadar yemeye ekmek bulamayan ben, artık bir araba sahibiydim.
Araba var olmasına var da, daha önemli bir meselem vardı: Ben araba kullanmayı bilmiyordum. Bilmiyordum derken, tamamen araba cahili de değidlim aslında. Az buçuk ileri gidebiliyordum. Da…
Neyse, arabayı almam yaz tatilinde oldu. Fırsat bu fırsat, öğrenmeye de çalışıyorum. Bizim memleket fındık memleketi, Ağustos ayı da bizim hasat ayımızdır. Bu ayda büyük küçük, yaşlı genç herkes fındık bahçelerindedir. Hatta derler ki bizim oralarda, “Ağutos ayında mezardaki ölüler de dirilir.” Öyle olmazsa, mevsiminde toplanamayan fındık yere düşer, çotanağından çıkar, çeç olur ve kaybolur.
Herkesin bahçede olduğu günlerden birinde, daha küçük bir çocuk olan oğlum hastalanmış, haber verdiler koştum. Çocuk ateşler içinde yanıyor, doktora gitmeli. Gitmeli de bende onu götürebilecek kadar şoförlük yok. O zamanlar şimdiki gibi bir telefonla dağlara tepelere ambulans da çıkmıyor. Allah’ım ne yapacağı? Köyü aradım taradım, yakın bahçelerde de bir tane şoför yok. Çaresiz, iş başa düştü. Eşimi ve oğlumu attım arkaya, ben geçtim direksiyona, koyulduk yola. Eşim benim soförlüğümden korkuyor, ben kendi soförlüğümden onun korktuğundan daha fazla korkuyorum. Nasıl gideceğiz köyden ilçeye? Diyelim ki bir şekilde ilçeye kadar gidebildik, şehrin içinde hastaneye kadar gitme nasıl olacak? Sorular, sorular beynime hücum ettikçe soğuk soğuk terleten sorular. Elim ayağımın titremesi de cabası.
Öyle böyle derken yolun yarıdan fazlasını katettik. İlçeye ramak kala bir köprü var, tek geçişli. İki arabanın yan yana geçmesinin imkanı yok. Tam köprüye girdim, karşıdan da bir araba girdi. Ben durdum, o da durdu. Bana işaret esiyor geri git diye, ben de ona ediyorum. Bir öyle iki öyle, baktım ki anlaşamayacağız, indim arabadan, vardım eğildimşoförün penceresine ki yabancı da değil. Fısıltıyla “Ben geri gitmeyi bilmiyorum, sen geri git ben geçeyim. Olmaz diyorsan, geç benim arabaya, geri al.” dedim. İyi ki fısıltıyla söylemişim, abi öyle bir güldü kü, değil arabadakiler, ilçedekiler duydu. Utandım ya, ne çare, bozuntuya vermedim. Gülmekten yarıla yarıla geri gitti, ben de yanından kıvrıldım geçtim.
Bundan ötesini ilçede bulduğum bir şoför arkadaşım sayesinde hallettik ya, bu geri gitmelerden, daha doğrusu geri gidememelerden az çekmedim ben. İkinci geri gitme vakası ise Muş’ta başıma gelmiştir.
Yukarıda bahsettiğim olayın üzerinden bir zaman geçti, tatil de bitti haliyle. Yaz tatilinde arabayı az çok sürmeyi öğrendim, bu sefer de karşıma başka bir sorun çıktı: Araba Muş’a gitmeli, lakin benim ehliyetim yok! Yani ben götüremem, şoför lazım.
Abimle bir emmetenimi bu iş için razı etmek çok zor olmadı. Hazırlıklarımızı bitirdik, çıktık yola. Bizim emektar gidiyor gitmesine de, yılların yorgunluğuyla arada sorun çıkarıyor. Allah’tan abim yılların şoförü, bir şekilde çıkan sorunu hallediyoruz. Büyükmücadele ve azim örneği göstererek yolumuzu tamamladık ve Muş’a ulaşmayı başardık.
Bir iki gün o yan bu yan arabayla gezdik. Abimlerin dönme zamanı geldi. Ben onları otogara bırakacağım. Ehliyet? Halâ yok ama olsun, az buçuk şoförlük var artık, halledeceğiz bir şekilde.
Otogara gitmek üzere yola çıkmışkrn bizim emektar nihayet pes dedi ve arka frenler kilitlendi. Bizim Hacı Murat yütümem de yürümem diye dikleniyor. Abim bu işten az çok anlıyor ya, frenler körleniyormuş, öyle yaptı. Bana da “Seni sanayiye bırakalım biz oradan gideriz dedi.” Dediği gibi yaptık, arabayı sanayiye bıraktık, ben onları yolculadım. Sanayi dediysem, yanlış anlaşılmasın, birkaç küçük dükkan; o zamanlar.
Abimleri yolcu ettim, döndüm arabanın yanına. Usta dedi, “Hoca, senin arabanın işi tamam, alabilirsin.” Alabilirim de, benim arabanın sağında da solunda da arabalar var. Geri geri çıkmam gerekiyor ama,daracık yer ve ben halâ geri gidemiyorum. Bunu söylemekse hiç işime gelmiyor, yine utanacağım çünkü. Büyük bir sıkıntıyla, arabaya bindim; çaresiz. Geri vitesin yerini biliyorum ama bir türlü oraya geçiremiyorum kolu. Kurcalarken tık diye bir ses duydum, kol yerine oturdu, ben anladım ki geri vitesi buldum, aslında ümit ettim. Ufak gaz vermelerle arabayı hareketlendirmeye çalıştım. Aaaa, harbiden de geri gidiyordu. Bu beni cesaretlendirir gibi oldu. Denemeler yaparken bir de ne göreyim, arabaların arasından sıyrılmışım ve hatta dükkanın dışına çıkmışım da heyecandan farkına bile varmamışım. İşte bu çıkış benim geri geri gidişimin tam anlamıyla milâdı oldu.Bana öyle bir deli cesareti geldi ki, ben buradan geri geri çıkabildiysem, şehre de girerim dedim. Girdim de, gezdim tozdum da.
Ethliyetim mi? Onu almak için bir sekiz ay daha beklemem gerekecekti.