Ben, Almanya’dan kaçarcasına geldiğimde, liseye devam edebilmemi sağlayan adamdır edebiyatçı Hasan Hoca’m. 80’li yılların başıydı. Evimizde kiracıydı, hemen karşımızdaki dairede. Kapı komşusuyduk yani. Eşi de öğretmendi, Sevinç abla. Ona abla derdik, çünkü gerçekten evimizin ablası gibiydi. O da edebiyatçıydı ama nedense Hasan Hoca’m hoca iken, o ablamızdı.
İkisi de lise hocasıydı.
Evlerine gittiğimde kütüphanelerine hayranlık duyardım. Kocamandı, kitaplarla doluydu. Şekerci dükkanına girmiş çocuk gibi, hangisine bakacağımı şaşırırdım. Benim okuma sevgim oradan gelir.
Dedim ya, ortaokulu bitirdikten sonra Almanya’dan kaçarcasına geldim ben. Sevemedim bir türlü oralar, ısınamadım.
Geldim gelmesine de, diplomam yok, karnem yok. Oralarda ortaoukulu bitirdiğime, bırak bitirdiğimi, okuduğuma dair hiç bir kanıt yok elimde. Liseye gideceğim, almıyorlar beni haklı olarak. Ortaokuldan başlatmak istiyorlar.
Hasan Hoca’m var ya o Hasan Hoca’m, ne büyüklük etti bana bilemezsiniz. Taaa Ankara’lara gitti benim için. Ne ettiyse etti, bir denklik sınavı ayarladı da, liseye kabul edilebildim. İşte burası da benim öğretmenlik mesleğine olan tutkumun çıkış noktasını oluş da, benim bunu farkedebilmem çok zaman aldı.
Benim için yaptıklarıyla içim hep minnetle dolu olmuştur Hasan Hocam’a. Unutmam, unutamam.
Liseyi ablamda okudum ben. Annem babam Almanya’daydılar. Hasan hocalar kapı komşumuz oldukları için, sık sık gider gelirdik. O zamanlar teknoloji esir almamıştı hayatımızı, henüz. Şimdiki gibi internet, cep telefonu, bilgisayar yoktu, komşuluk vardı, dostluk vardı, arkadaşlık vardı. Hepsinin özünde de sohbet vardı, en koyusundan hem de.
Sık sık gider gelirdik birbirimize. O derece çat kapı, o derece teklifsiz. Hatta anahtarlarımız kapının üzerinde asılı dururdu da, kimse niye geldin diye sormazdı.
Yine bir akşam bize gelmişler, buram buram tüten çayın dumanında sohbet demlendikçe demleniyor, bardakların biri boşalıp biri doluyordu. Demliğin emziğinden incecik ip demetleri gibi havaya zerre zerre karışıp yok olan buhar misali tükenen zamanı kimse farketmiyordu bile. Zaman aktı da aktı. O lezzetli sohbetlerin son demlerine yaklaşıldığı yavaş yavaş göz kapaklarına asılan uykuya ufak ufak esnemelerin eşlik etmesiyle kendini belli ederken, sözlerin arası da uzamaya başlamıştı. Artık feri kaçmaya yüz tutmuş kuzinenin üzerindeki kocaman demliği eline alan ablamı, Sevinç ablanın bardağına çay dökmek üzere son hamlesini yaparken gördüm. ” İç abla iç, yoksa çöpe dökecem,” diyordu.
Sevinç abla, gözlerindeki muzip pırıltıyla karışık gülümsemesiyle karşıladı hamleyi:
– Ablam, ben çöplük müyüm?
Birdenbire odanın içine bir kahkaha bombası düştü sanki. O zaman anladım ki odadaki herkes benim gibi o sahneyi yakalamıştı.
İşte o günleri özlüyorum ben. Hem de en hasretlisinden!