Perşembe günleri “ödevsiz gün”. Öğrencilerim bu günü çok seviyorlar, çünkü ödevleri yok. Bu perşembe de her zaman olduğu gibi ödev vermeyecektim. Son derste baktım, fazladan hazırladığım bir etkinlik kağıdı kalmış, vereyim de yapsınlar diye düşündüm.
Bunu sınıfa söylememle birlikte say ki sınıfta isyan çıktı. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bir şeyler söylüyordu. Ben ise gülümseyerek sakinleşmelerini bekledim. Nitekim sakinleştiler, Elif hariç. Kağıtları, dağıtması için ona verdim. Bu onun öfkesini daha da köpürttü, sesli bir şekilde söylenmeye başladı:
“Oooh ne iyi, sen eve git otur kahveni iç, keyif yap, biz bu havada ödev yapalım. Ne güzel valla!”
Elif haklıydı, Allah için, hava da inadına bir başka güzeldi bu gün. İnsanın evde durası gelmiyordu. Güldüm, “Seni duyuyorum Elif,” dedim. Hoş, Elif de zaten beni duysun diye söylüyordu.
Günün son dersi için bahçeye çıktık. Annesi Elif’i almaya gelmişti. Ben de az önceki durumu anlattım. Annesi, “Hocam üzüyor mu sizi? Terbiyesizlik yapıyorsa ben üzülürüm,” dedi yüzü asılarak. Halbuki amacım şikayet etmek değildi, yanlış anlaşılmıştım. “Yok, yok,” dedim, “tam tersine Elif’in benimle didişmesini seviyorum. Aslında o, neyi ne zaman yapacağını çok iyi biliyor ve haddini de hiç aşmıyor.” Annenin yüzü hemen değişti, az önceki asık ifadenin yerini gülümseme aldı. “Bu var ya hocam, çok fena bu,” dedi ve salı günü Elif’in kendisine söylediklerini aktardı:
“Anne, bugün bizim öğretmen nöbetçiydi, biraz da sinirliydi. Bahçede çocuklara bağırıyordu. Sınıfta bize de bağırdı, ama hak etmiştik sanırsam. Canım yaa, yazık, herhalde çok yorulmuştu, hiç bulaşmadım!”
İşte Elif’i tam da bu yüzden seviyordum ben.
02.03.2017, Çarşamba Gülyalı Merkez İlkokulu, 2/B Sınıfı Ordu